Değişimin gücü

  • 0
  • 987
Yazı Boyutu:

AB Uyum Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Celal Bayar Üniversitesinde Üniversite öğretim üyeleri, öğretim görevlileri ve öğrencilerine konferans verdi.  AK Parti İzmir Milletvekili Mehmet Tekelioğlu’nun, bir dönem öğretim üyesi ve dekan olarak görev yaptığı  Celal Bayar Üniversitesinde Üniversite öğrencileri ile buluşmanı heyecanını yaşarken gençlere “ değişimin Gücü” nü anlattı.
 
Konuşmasına Buraya beni her ne kadar milletvekili olarak çağrıldıysa da üniversitenin mensubu, eski hocası olarak bulunduğunu ve o nedenle kendisinın bir hdoca olarak görülmesini isteyerek başlayan Tekelioğlu, "Buraya gelirken üniversitemizin eski halini, meselâ kara tahta üzerinde tebeşirle ders anlattığım günleri düşündüm. Biraz üniversiteyi gezdim. Yolları, yerleşke binalarını, donanımlarıyla birlikte binaları görünce çok sevindim. Değişimi burada daha iyi gördüm. ‘Değişimin Gücü’ konusunu seçmekle isabet etmiş olduğumu düşünüyorum” dedi.

Tekelioğlu sözlerine şöyle devam etti: "Değişimi ve değişimin gücünü anlamak şu açıdan çok önemli. Son yıllarda çok değişim oldu ama hep beraber yaşadığımız son değişim çok önemli. Dünya nereye gidiyor, Türkiye nereye gidiyor, üniversitelerimiz nereye gidiyor, Ancak ben siyasi, sosyal, kültürel, ekonomi eksenli bir çerçeve ortaya koymak istiyorum.  Türkiye ve Osmanlıyı ele alırsak, Orta Asya’dan çıktıktan sonra gözümüz hep batıda olmuş. Sürekli Avrupa’ya doğru bir açılım içinde olmuşuzdur. Tanzimat yıllarında hukukta, bürokraside, ekonomide çeşitli değişiklikler oldu. 1. ve 2. Meşrutiyet dönemlerinde yönetim ve siyaset tarzında önemli değişimler yaşandı. Bu arayışlar ulus devlet ve milliyetçilik hareketlerini kamçıladı.  Balkan ve 1. Dünya savaşından sonra TC. bir ulus devlet olarak kuruldu. O şartlar içinde yapılan bazı icraatlar kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Bugün aynı icraatları yapmamız gerekiyor diyemeyiz.  Tarihi tarihçiler değerlendirsin. Bugün aynı anlayışla devam edemeyiz. Bugün yeni bir dünya yeni bir Türkiye var.
1950’ye kadar demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar pek az konuşulurdu. Demokrasi arayışları, özellikle DP ile birlikte ve 50 seçimlerinden sonra kararlı bir şekilde devam etti. Yeni siyasi gelişme ve gerçekliklerle birlikte Türkiye Cumhuriyetinde hususen bazı gruplar içinde kimi kaygılar bazı öne çıkmıştır. Bu kaygılar gerekçe gösterilerek, halkın seçtiği hükümete karşı 1960 yılında darbe yapıldı. Bu tür darbeler kendilerince doğru kabul ettiklerini halka empoze edenlerin marifetidir.
Biz istemediğimiz zaman hiçbir şey yapılamaz diyen bir grubun, iktidarı elde etme tarzıdır. 71 ve 80 darbesi ile demokrasimiz kesintiye uğradı. İşte bu sıralar AB gibi arayışlar hızlandı. 80 darbesi en onulmaz darbeyi indirdi. Şöyle ki; 80 darbesi ile oluşturulan sistem, halkın her zaman yanlış yapabileceği saplantısı ve yapılacak yanlışlara karşı tedbir alma çarpık anlayışından hareket eder. Meclis bir yanlış yapacaksa Anayasa Mahkemesi o yanlışı düzeltmelidir. Hükümet bir yanlış yaparsa MGK, Danıştay, üniversiteler yanlış yaparsa düzeltsin diye YÖK ihdas edilmiştir. Daha sonra bütün bunlar da yetersiz olursa ve buralarda bir kaçak olursa Cumhur Başkanı düzeltsin diye 82 anayasası bir düzen kurulmuştur. Yani milli irade birkaç kademeli bir denetimle kendini özgürce ifade edemeyecek durumda bırakılmıştır. Bu düzen uzun süre devam etti ve bunun sonucu olarak da 28 Şubat süreci yaşandı; o süreçte halk iradesinin yönetime yansımasının önüne geçildi. Bütün bunlar Türkiye’nin demokratik gelişmesini engellediği gibi, ekonomisinde de çöküntü ile ifade edilebilecek krizlere yol açtı. Demokrasimizde de ekonomimizde de kesintiler yaşandı.
 
İzleyenler bilir; 70’lerin sonu ve 80’lerin başında İspanya ve Portekiz’de demokrasi arayışları oldu. Bu arayışlar oralarda olumlu sonuçlar verdi. Ekonomik ve demokratik standartlarını geliştirerek AB’ye girebildiler. Sovyetlerin dağılması ile Balkan ve Orta Avrupa ülkeleri de demokratik arayışlara koyuldular. Daha sonra Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde benzer arayışlar başladı. Tam olarak demokrasi gelmediyse de o ülkelerde de bu yönde arayışlar ve gelişmeler vardı/ var. Bu sırada Arap dünyasında hiçbir kıpırdama olmadı. Olması gerekirdi, ama ne yazık ki, enerji ve özellikle petrol üzerine hesap yapan kimi batılı ülkeler, bu hareketlere karşı otoriter rejimleri inanılmaz ölçüde desteklediler. Dolayısıyla oralarda bu tür arayışlar olmadı. Türkiye’de kısmi de olsa demokrasi olduğu için ne Ukrayna’dakine ne Arap ülkelerinkine benzer kıpırdanışlar görülmedi. Ama halk, her zaman suhuleti elden bırakmayan bir olgunlukla sandığa giderek doğru tercihte bulundu. Ne var ki, her defasında iradesi engellendi. Türkiye 28 Şubat travma ve çöküşünden sonra büyük bir ekonomik buhran içine düştü. 2002 seçimlerine bu ortamda girdik.
 
Bu krizi yaratanların halktan bir tasvip görmemesi 2002 seçimlerinin en önemli özelliğidir. Ülkeyi 2002’ye getiren anlayış halktan karşılık görmedi. Bu seçim halkın değişim arzusu ve kararlılığının göstergesidir. 2002’den sonra halkın yeni bir anlayışı göreve getirmesinin yanında bir başka önemli yanı halkın kimi seçtiğinden çok kimi seçmediğidir.  Bu konuda halkın iktidarı denetlediği kimi önemli konular var. Bunların başında AB ile ilişkiler geliyor. Yani başından beri AB’ye dönük en ciddi hamle ve çaba 2002’den sonra, özellikle de 2004–2005 yıllarında olmuştur.
 
AB o dönemde bizim için niçin çok önemliydi? AB Ortaya bazı standartlar koyuyor. Bu standartlar hayatın her alanını kuşatıyor. Sadece demokraside değil, sadece insan haklarında, hukukun üstünlüğünde değil, çevrede, ulaştırmada buna benzer pek çok alanda AB’nin bazı standartları var. Bu standartları biz halk olarak nasıl değerlendirdik? O zamanlar AB üyeliğimiz noktasında halkımızın desteği %70 seviyelerindeydi. Şimdi AB’ye ihtiyacımızın var mı yok mu olduğunu bile tartışıyoruz, tartışabiliriz. Bu konuda herkes görüşler ileri sürebilir. Hatta konuyu referanduma da götürebiliriz. Ama şu anda AB standartlarına ihtiyacımız var. Niçin? Çünkü bu standartlar bütün insanlık medeniyetlerinin, bu medeniyet değerlerinin araştırılmış, süzülmüş, rafine edilmiş halidir.
 
Peki, bu kadar iyi olduğu söylenen standartlara AB’nin kendisi uyuyor mu? Orası ayrı bir tartışma konusu. Eğer AB kendi kriter ve standartlarına; yani insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye uysaydı, Kıbrıs’ta sıkıntı yaşanmazdı. AB’nin kendisi komşularıyla sıkıntıları olan bir ülke o sorunları gidermeksizin birlik içinde yer alamaz diyordu.  Oysa Türklerle problemli oldukları halde Rumları birlik içine aldılar. Kendilerinin ortaya koydukları ilke ve değerleri kendileri ihlal etmiş oldu. Sonra AB, kendi standartlarına uygun davransaydı Saray Bosna’da, Srebrenica’da bu rezaletler, katliamlar yaşanmazdı. AB olanlara müdahale ederdi. İnsan hakları diyoruz, hukukun üstünlüğü diyoruz ama şu sıralar Avrupa’nın birçok ülkesinde Romanlar üzerinde büyük bir baskı var; onları başka yerlere sürelim diyecek kadar ileri gidenler çıkabilmektedir. Biz AB standartlarını benimsiyor ve uygulamaya çalışıyoruz, ama AB’nin de bu standartlara uymadıkları göz önünde bir realite olarak ortada duruyor. Bunu hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. Ama AB yanlış yapıyor. Biz yine de bu standartlara sahip olmalı; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında bütün standartlarımızı yükseltmeliyiz. Buna mecburuz. Bu bizim insanımızın refahı için elzemdir.
 
Bildiğiniz gibi, Türkiye’nin bugün yaşadığı sıkıntılara önemli ölçüde parmak basmak isteyen Turgut Özal’dı. Türkiye’deki değişikliği anlamak için Özal’ı anmadan geçemeyiz. Özal, Cumhurbaşkanı olduktan hemen sonra bu sıkıntıları çözmek için çaba göstermeye başladığında, o zamanki kimi güçler buna mani oldu. Şimdi onları biz bu dönemde hâlâ yaşıyoruz. Diyoruz ki, terör sorununu temelden çözmenin en etkin yollarından biri, öncelikle demokrasi ve insan haklarındaki standartlarımızı yükseltmek olmalıdır. Bu alanlarda iyileşmeler yaparsak, terör örgütünün elindeki birçok argümanı almış oluruz. Ben 2002–2008 yılları arasında Avrupa Konseyinde çalıştım. Biz müzakere tarihi almak istediğimiz zamanlarda Türkiye’nin AB’ye girmesini isteyen samimi parlamenterler, iki alanda adım atmamızı, değilse sıkıntının aşılamayacağını söylüyorlardı.
 
Neydi bu alanlar?
Birincisi Kıbrıs’ta bir adım atmamız gerekiyordu. Biz, uluslar arası anlaşmaların bize verdiği yetki ve sorumluluğa dayanarak biz oraya çıktık ve oradaki insanların hayatını koruduk. Kıbrıslıların can güvenliğini sağladık. Yaptığımız en önemli iş buydu. Fakat bunu Avrupalılara anlatmakta sıkıntılarımız olduğu malum; çünkü bizi zaman zaman işgalci falan diye niteliyorlardı. Bunlardan kurtulmanın en iyi yolu, güçlü bir Türkiye’den ve güçlü bir Kıbrıs’tan geçiyor. Kıbrıs konusunda 2004 yılındaki referandumda Türkiye’nin göstermiş olduğu tavır, uzun süre Avrupa’da takdirle karşılandı ve Türkiye’yi Kıbrıs konusuna taraf olmaktan çıkardı. Bütün Avrupalılar, bu konuda Türkiye’nin üzerine düşeni yaptığını, ama Rumların üzerine düşeni yapmayarak çözümsüzlükte direndiğini söylediler.  Referandumda Türkiye üzerine düşeni yaptı. İkinci nokta, Türkiye’de siyasete siyaset dışı kurumların karışmasını önlemek gerekir. Eğer bunu yapmazsanız, halk iradesi tam olarak tecelli etmez; dolayısıyla demokrasi eksik kalır. Özetle biz, bu konularda, önce iki toplumun tek devlet organizasyonunda bütünleşmesini de içerecek şekilde Kıbrıs’ta referandum yaptık; ama bunu Rumlar kabul etmedi. Türkiye’de ise referandumla demokratik düzenleme yaparak gittikçe sivilleşen bir ortam sağlamaya çalıştık.
 
Milli Güvenlik Kurulunda sivil üyelerin sayısı arttı.  MGK genel sekreteri bir sivil olmaya başladı. Bunun gibi çok önemli adımlar atıldı. Ancak bu düzenlemelerin getirdiği iyileşmeler Türkiye’de yerleşik statüko içinde Avrupa’da eşdeğer anlamlarına kavuşamadı. Ama 2007 yılı 27 Nisanında tekrar bir müdahale arzusu ortaya çıktı. Ancak bu defa o zamanki hükümetin buna direnmesi, Türkiye’nin önüne yeni ufuklar açtı. Bu çok önemli bir şeydi. Ancak ekonomik olarak Türkiye zaman kaybetti. Hükümet ve meclis halk iradesine baskı yapılamayacağını kararlı bir tutum olarak deklere etti. Müdahale arzusunda olan asker anlayışlı birtakım kişi ve odaklar da Cumhuriyetin tehlikede olduğunu söylediler. Oysa Cumhuriyeti halkın iradesi korumalı değil midir? Statüko ile halk iradesinin çatışması, Ak Parti’ye kapatma davası açacak kadar ileri gitti. O kapatma davasının en önemli sebebi, bu statükocu anlayışı tekrar Türkiye’ye hâkim kılmanın yollarını aramaktır. Türkiye bu badireyi atlattıktan sonra, 2010 referandumuyla önemli değişimler meydana geldi. Ben değişimin gücü derken asıl söylemek istediğim işte budur. Ama 2010 referandumuyla Türkiye’de vesayet sistemine son verildi. Biraz önce 12 Eylül darbesini anlatırken kurumsallaştırıldığını söylediğim askeri ve yargı vesayetine dayalı sisteme son verildi. Bu son verişle Türkiye’de gerçek bir demokrasi ortamı filizlenmeye başladı.
 
Benim tespitlerime göre, 2011 seçimleri gerçek anlamda bir seçim oldu. Çünkü hiçbir siyasi partinin arkasında hiç bir güç yoktu, halka dayalı bir seçim yapıldı. Bu seçimle güçlenen değişim dalgası Türkiye’yi çok önemli bir yere getirdi. Öyle ki, Avrupa’nın kimi ülkelerinde ekonomik ve finansal krizler olurken, Türkiye, o krizleri en az zararla atlattı. Bütün bu krizlere rağmen ekonomimiz büyümeye devam etti. Bunun kıymetini çok iyi bilmemiz ve bundan böyle halk iradesi dışında hiçbir yere dayanmaksızın Türkiye’yi yönetecek kadrolar oluşturmamız gerekiyor.
 
Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun savunduğu bir tez var. Diyor ki; 90’larda dünyada büyük bir jeostratejik devrim oldu. Sovyet dünyası dağıldı, Avrupa’da, Asya da önemli değişimler oldu. O sıralar Türkiye, 28 Şubat süreci ile meşgul olduğundan bu değişimlere fazla müdahil olamadı. Daha sonra meydana gelen 11 Eylül olayı dünyada bir güvenlik depremi yarattı. Öyle ki, o yıllar ABD’ye gidenler bilirler, o zamanlar Amerika’da neredeyse adım atmak bile zorlaştı. Havaalanlarında elbiseleriniz, cepleriniz, çantalarınız, hatta ayakkabılarınız, çoraplarınız bile aranıyordu. Bu bir güvenlik buhranıydı elbette. Dünya bütün bunları yaşarken İslamophobia ilerledi, hoşgörüsüzlük arttı. Türkiye bu sırada önemli bir şey yaptı. Her yerde güvenlik eksenli bir düzenleme olurken, biz demokrasi ve özgürlüğü öne çıkaran düzenlemeler yaptık.  AB ilişkilerimizi de kullanarak, güvenlik depremini Türkiye en az zararla atlatmaya çalıştı. Bunun Türkiye’nin AB müzakerelerini başlatmasına fırsat sağlamak gibi bir yararı da oldu. Ben 2004 yılında Türkiye’yi Avrupa Konseyinde temsil eden arkadaşlarınızdan biriyim. AB ile Avrupa Konseyi birbirinden farklı kuruluşlardır. Konseyin Rusya’dan, Azerbaycan’a Gürcistan ve Litvanyaya kadar çeşitli kurucu ve üyeleri vardır. Kurucularından biri de Türkiye. Avrupa Birliğinin standartlarının oluştuğu yer olması bakımından konseyin önemi büyüktür. Konsey, ilkelerin aksadığı ülkeler için komisyonlar kurar ve o ülkeyi izler. Türkiye Komisyonu, Gürcistan Komisyonu, Rusya Komisyonu gibi komisyonlar, sürekli olarak ilgilendikleri ülkeleri izliyorlar. Bu ülkelerin demokrasi standartlarının gelişmiş bir duruma gelmesi için çalışıyorlar. Bu komisyonlar eğer olumsuz rapor verirse, AB, o ülkeyle müzakereye oturmuyor. 2004 yılında üyelerinden biri Lüksenburglu, diğeri Belçikalı olan iki raportör, Konsey adına hazırladıkları raporda Türkiye’nin Birlik’le müzakere etmek için demokratik ilerleme bağlamında yeteri kadar ilerleme kaydettiğini bildirdiler. Ama şu eksikleriniz var diye de bize uyarıda bulundular. Bu aşamadan sonra AB, Türkiye ile müzakerede bulunabileceği kararına vardı ve hemen müzakereler başladı. Bu aşamaya böyle gelindi.
 
Peki, şimdi müzakereler nasıl gidiyor? Buna ayrı bir başlık açalım. Buraya gelmeden önce 2008’de başlayan ekonomik depreme de değinmeliyim. Yani jeostratejik deprem 90’larda, güvenlik depremi 11 Eylülde ve 2008’de başlayan ve hâlâ etkileri atlatılamayan ekonomik deprem!.. Bizim bütün bu depremlerden sağlam çıkmamız, dik durmamız ve güçlenmemiz gerekiyordu. Türkiye maalesef jeostratejik deprem sırasında imkânları yeteri kadar kullanıp güç elde edemedi. Ama özgürlükleri öne çıkararak, 11 Eylül güvenlik depreminden,  yeteri kadar güçlenmiş olarak çıkmayı bildik. Türkiye, ekonomik depreme de dayanarak, bölgesinin en güçlü devletlerinden biri haline geldi. Elbette güçlü olmanın en önemli şartı ekonomik olarak güçlü olmaktan geçiyor. Salonu rakamlara fazla boğmak istemem. Sadece iki rakam vereceğim. 2002 yılından günümüze Türkiye’nin yıllık geliri, yani yıllık hâsılası yaklaşık 3- 3,5 misli arttı. 3 bin dolar civarında olan fert başına milli gelir 10 bin doları geçti. Üç kattan daha fazla. Bu arada bütün göstergeler işaret ediyor ki, Türkiye refahın dağılımında azımsanmayacak yol kat etti. Gini katsayısında önemli artışlar yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Eğer devrim niteliğindeki kararlar alınmamış ve hayata geçirilmemiş olsaydı, ihracatımızı geliştirmemiş olsaydık bu değişimi yaşayamazdık. Şimdi Türkiye bölgesinde gerçekten güçlü bir ülke; stratejik ortakları olan bir ülke olarak geleceğe daha bir umut ve güvenle bakabilir.
 
Türkiye AB ile müzakerelerinde bazı sıkıntılar yaşıyor. Bu sıkıntıların en önemlilerinden biri Fransa’nın ve Kıbrıslı Rumların koyduğu bazı blokajlardır. Bu blokajları koyarlarken her birinin gerekçeleri farklı fakat çok haksız. Niçin haksızdır? Çünkü Türkiye’nin AB ile müzakere anlaşmalarında hedefin tam üyelik olduğu açıkça belirtilmektedir. Oysa Fransa bazı fasılları bloke ederken şöyle diyor: “Bu fasıllar açılır ve Türkiye bunlarda başarılı olursa bu tam üyeliğe gider” diyor. Dolayısıyla bizim AB ile yaptığımız anlaşmaya yüzde yüz zıt bir anlayış ortaya koyuyor. Fransa üyesi olduğu AB anlaşmasına uygun davranmıyor. Fransa’nın bunu anlaması gerekiyordu. Ama Sarkozy bunu anlamakta yetersiz kaldı. Biraz sıkıntı yaşadık ama şimdi anlayışlar değişiyor. Kurumlarla ilgili olan 22. Fasıldan başlayarak bu blokajlar kalkıyor. Rumlar tarafından koyulan blokajın ise iç tutarlığı yoktur. Rumlar, “AB’nin tanıdığı bir ülkeyi tanımazsa ben de ona yol açmam” diyor. Oysa biz AB ile müzakerelerimizde bunu çok açık bir şekilde söylemiş ve bunu da bir şarta bağlamıştık. O şart aslında basitti. “Eğer” dedik “Kıbrıs Türkleri üzerindeki ambargoyu gevşetir veya kaldırırsanız; biz de Kıbrıs konusunda masaya otururuz.” Fakat bu konuda da AB’de herhangi bir adım atılmadı. Biz sözümüzden caymadık. Eğer ambargo gevşetilseydi, limanlarımızı, havaalanlarımızı açacağız, açarız. Ama AB buna yanaşmayınca masaya oturma düşüncemiz gerçekleşmedi. Bütün bunların getirdiği değişimler var.
 
Değişimden Arap-İslâm coğrafyası da doğrudan etkileniyor. Birkaç yıl önce Tunus’ta başlayan olaylar, değişimi alevlendirdi. Değişimin gücü, Arap dünyasında çok açık bir şekilde kendisini gösterdi. Amerika buralarda biraz geride durdu. Şimdi Irak’ta da bir şeye karışmak istemiyor. Obama yeni döneminde dışarıdan çok, kendi içlerine eğilmeyi tercih ediyor. ABD, eğilmediği için AB ülkeleri kendileri eğilip meselâ Suriye konusunu çözme iradesi gösteremiyorlar. Fakat Arap ülkelerindeki değişim gerçekten çok önemli. Dikkat ederseniz bu değişim üzerinde sosyal medyanın çok etkisi oldu. Sosyal medyadaki facebook’taki twitter’daki iletişim, buradaki insanları harekete geçirdi. 
 
Değerli arkadaşlar,
İnsanlar en ufak bir nefes alma yolu buldukları zaman bunu hemen değerlendiriyorlar. Uzun yıllar baskı yaşadıkları için en ufak bir kıvılcımda bütün Araplar sokağa dökülebiliyor. Bütün insanlar, arzularını, dileklerini meydanlarda haykırabiliyor. Bu haykırış pek çok yerde demokrasi ile en azından demokrasi yolunda ilerlemeyle sonuçlandı, sonuçlanıyor. Mısır’da böyle, Tunus’ta böyle, birtakım karışıklıklar olmasına rağmen Libya’da böyle. Fas Kralı, biraz da Türkiye’nin telkinleri ile gelişmeleri ve olabilecekleri önceden gördüğü için reform yolunda birtakım adımlar attı. Reformlarla, baskı gevşeyince Fas’ta büyük hareketlenmeler olmadı. Ben, Fas ve Tunus seçimlerinde gözlemci olarak bulundum. İnanın, yeter ki iradeleri ortaya çıksın diye insanlar saatlerce sandık başında kuyrukta beklediler. Doğrusunu isterseniz, oralara giderken ‘Acaba seçimlere kaç kişi katılır?’ şeklindeki düşüncelerimin tam tersi bir durumla karşılaştım.
 
Değişim arzusu, insanın iradesini belli etme arzusu, değişimin gücü olarak ortada, karşımızda duruyor. Bizim bu bölgede söz sahibi olmamız ve demokrasiyi öne çıkarmamız gerçekten çok önemli. Mısır’a Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, bakanlarımız gittiler, seçimlerin normal yollarla yapılması için yetkililere telkinde bulundular. Şunu gördüm: Bölge insanları Türkiye’yi örmek gösteriyor. Örnek gösterilmemiz, demokrat ve ekonomik olarak yükselmiş olmamızla ilgili. Güçlenmemizin oralarda inanılmaz ölçüde etkisi olmuş. Türkiye her alanda güçlendiği için, meselâ bizim birtakım televizyon dizileri oralarda popüler olmuş. Sordukları kimi dizi kahramanlarını bilemeyişim onların gariplerine gitti. Reaksiyon vermeyince ‘Sen Türk değil misin?’ dediler bana. Ne yapayım böyle bir alışkanlığım fazla yok. Her şey bir yana, her alanda gösterdiğimiz başarı, değişim, dönüşüm noktasındaki samimiyetimiz, meselâ Libya olayları sırasında, orada mahsur kalan vatandaşlarımızı ve diğer ülke vatandaşlarını tahliye konusunda gösterdiğimiz dirayet, insanlar üzerinde inanılmaz etki bırakmış. Biz arkadaşlarla Fas ve Tunus çarşılarında gezerken, insanlar ellerini birleştirip  “Erdogan- Gül” diyerek hem bize sevgilerini, hem de bu iki liderin birbirlerini tamamlayarak Türkiye’yi idare etmelerinden duydukları memnuniyeti ifade ediyorlardı. Ama bu sonuçların en önemli sebebi Türkiye’nin başta demokrasisini geliştirmiş olmasıdır. Bunu hiç unutmayalım. Türkiye’nin demokrasisini geliştirmiş ve AB ile müzakere eden bir ülke olması. Bunun değerini gerçekten çok iyi bilmemiz gerekiyor.
 
Bizim Türkiye olarak yapmamız gereken çok önemli bir şey daha var. Şimdi diyoruz ki, Türkiye Cumhuriyetin 100. Yılında 2023’te 500 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirebilsin, bölgesinde çok daha etkin bir ülke olsun. Üniversitelerimizle, diğer kurumlarımızla dünyada parmakla gösterilen bir ülke olalım istiyoruz. Tamam, ama bunun bazı şartları var. Bilimsel araştırmalar bunun en önemli şartlarından biridir. Eğer bilimsel araştırmalarımız artmazsa bugünkü yapımızla 500 milyar dolar ihracat hedefimizi tutturamayız. Çünkü bugün katma değeri yüksek ürünler henüz üretemiyoruz. Şöyle bir hesap yapmışlar. Genel değerlendirme itibariyle örnekleyeyim. Almanya’nın bir dolarlık ihracat için bir kiloluk mal satması yeterliyken, bizim aynı para için 4.5 kilo mal satmamız gerekiyor. Dolayısıyla bizim bilimsel araştırmalarla katma değeri çok yüksek ürünler üretmemiz gerekiyor. Bunun da yolu üniversitelerden geçiyor. Lisans eğitimine verdiğimiz önem kadar, lisansüstü eğitimine de önem vermeliyiz. Bu bakımdan üniversitelerimize büyük görevler düşüyor. Bunu yapmak zorundayız.
 
Bilimsel araştırmaları yeteri kadar desteklememiz gerekmektedir. Uzun yıllar %1’in çok altında olan Türkiye’nin bilimsel araştırma bütçesi, ilk defa %1 seviyelerine geldi. Bu rakamın gittikçe artması gerekir. Artacak da. Ancak tek başına artırmak da yetmiyor. O kaynağı kullanacak imkân ve kadroların olması gerekir. Kaynakları, imkânları oluşturacağız. Başka yolumuz yok. Bu potansiyel Türkiye’de vardır. Türkiye stratejik alanlarını çok iyi tespit ederse, bu alanlar içinde katma değeri yüksek ürünler üretebilir. Bunlardan birisi elbette bilişim sektörüdür. Bu bağlamda okullarımızda uygulamaya konan Fatih projesinin önemli bir yeri vardır. Başarmak için gayret göstermemiz gerekiyor. Bu proje semeresini verir de çocuklarımız bilişim dünyasıyla erkenden tanışmış olurlar diye ümit ediyorum. Tarım bir başka stratejik alandır. Ürün çeşitliliği Türkiye’ninki kadar zengin olan başka bir ülke hemen hemen yok gibidir. Buralarda katma değeri yüksek ürünler üretmemiz gayet kolay. Şu anda, bu alanda çok zayıf durumdayız. Zeytinyağı basit bir örnektir. Zeytinyağını bizden tankerlerle alıyorlar, küçük, zarif şişelere koyup 8–10 katına satıyorlar. Bu sadece bir örnek. Bunu çilek için de, üzüm için de başka ürünlerimiz için de söyleyebiliriz. Ama bizim bu tarım konusunda gerçekten çok büyük işler yapmamız gerekiyor. Tarım çok stratejik bir alandır. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemiz için başka bir stratejik alan, deniz ürünleridir.  Taşımacılık da bu kapsamda ele alınmalıdır. O kadar çok alan var ki. İmkân bulduğunuzda sık sık Anadolu’yu, şehirlerimizdeki organize sanayi bölgelerini gezerseniz; bütün olumsuz şartlara rağmen insanımızın üretmek için ne müthiş bir çaba içinde olduğunu görürsünüz. Ben gidiyor ve görüyorum; insanlar inanılmaz ölçüde çalışıyor ve üretiyorlar, ama katma değeri yüksek ürünlere geçmede zorlanıyorlar. Evet, çelik kapı üretiyor ve kazanıyorlar ancak bu emek-kazanç ilişkisini ‘I Phone’ üzerinden kıyasladığınız zaman ne demek istediğim açıkça anlaşılır. Değer ve değeri fazla ürünler üretmemizde yüksek öğretimin büyük önemi var.
 
İzin verirseniz biraz da anayasa çalışmalarına değinmek istiyorum. Hâlâ 82 anayasası ile yönetiliyor oluşumuz, iyi bir durum değildir. Bazı konularda, bizi anlamadıkları için Avrupa’ya çok kızıyoruz belki, ama AB’de “Tamam sizi anlıyoruz ama hâlâ bir darbe anayasası ile yönetiliyorsunuz” derse diyecek bir şey bulamayız, bulamıyoruz. Anayasa değişikliğinin önemini iyi kavramamız gerekiyor. Benim gördüğüm, şimdiye kadar TBMM’de hazırlık komisyonunda bütün partilerimiz ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlar. Bunların iyi bir şekilde sonuçlanmasını temenni etmek durumundayız. Çünkü biz askeri vesayetten de, yargı vesayetinden de birtakım elitlerin vesayetinden de çok çektik. Ben daha çok asker ve yargı vesayeti üstünde durdum ama ‘elit’ diye ifade ettiğim diğer vesayeti-eski durumu hatırlayarak ve elbette şimdiki durumu kastetmeyerek- İstanbul sermayesi olarak anlayabiliriz. Daha önce bütün devlet yatırımları, devletin bütün olanakları bütünüyle bu sermaye üzerine kuruluydu. Bu sermaye Anadolu sermayesinin, bilinen diğer deyişle Anadolu kaplanlarının, gelişmesi için yapılacak teşviklere engel oluyordu. Onları Türkiye olarak aşmış durumdayız şimdi. Türkiye ihracatının önemli bir kısmı daha önce sadece İstanbul sermayesi üzerinden olurken, şimdi bu anlayış değişti ve ihracatımızın büyük bir kısmı Anadolu üzerinden olmaktadır. İmtiyaz kullananlara artık son vermemiz gerekiyor. Ne kadar çok imtiyaz dağıtıyorsanız, durumunuz o kadar tehlikede demektir. İmtiyaz dağıtmama, işleri şeffaf ve açık ilişkiler içinde sürdürme, AB’nin de önemli standartlarındandır. Biz işimizi gizli, kapalı kapılar arkasında sürdürmüyoruz. Bu yolu yanlış buluyoruz. Açıklığın yararlı olduğuna inanıyoruz.  Bütün bu yapılanlar, Türkiye’de yansımasını ve karşılığını buluyor. Halkımız da yapılanları zaten takdir ediyor. 
 
Son olarak terörün bitirilmesine dönük olarak yapılan çalışmalar sürüyor. Türkiye’nin huzur ve istikrara ihtiyacı var. Bunun için de öncelikle akan kanın durması gerekiyor. Başbakanımız “Siyasi hayatıma mal olsa da bu kanı durdurmak istiyorum” dedi. Bu bakımdan burada siyasi bir amaç siyasi bir gayret söz konusu değil. Bu çabaya herkesin destek olması gerekiyor. Bizim gördüğümüz kadarıyla, bütün ülkede bu konuda bir destek, bir arayış, bir çırpınış var.
 
“2007 yılında Türkiye’de Kürtlerin Kültürel Durumu” diye bir rapor hazırlanıyordu. Raporu hazırlayacak olan bir İngiliz’di ve adam, Kürtlerin durumuyla ilgili inceleme yapmak için Türkiye’ye Suriye’ye Irak ve İran’a gitmek istedi. Türkiye’ye geldi ama ne Suriye’ye, ne Irak’a, ne İran’a gidebildi. Can tehlikesi gerekçesi ile oralara gitmesine izin verilmedi. Bu kişi raporunu hazırlarken bana “Sen çok iddialı konuşuyorsun ama Türkiye’de kütüphanelere Kürtçe kitap koymanın yasak olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Geldim ve Kütüphaneler Genel Müdürüne sordum. “Evet” dedi. O’na “Kaç kişi okuyor da kütüphanelere Kürtçe kitap koymuyorsun?” diye sordum. Bu yasak kalktı. Adam bu olayı, raporuna “büyük gelişme” olarak yazdı. Bir de o günlerde, Türkiye radyolarında, sabah erken saatlerde iki saat Kürtçe yayın izni çıkmıştı; adam bunu da raporuna “çok büyük bir gelişme” diye yazdı. Şimdi o günlerden bu günlere geldiğimizde ne çok mesafe aldığımızı görüyoruz. Bunlar en temel insan haklarıdır. Eskiyi bir düşünün; köylerinden sürülenler, cezaevlerinde eziyet görenler… Bu konularla ilgili olarak çalışma yaptığımız sırada, Van Milletvekili bir arkadaşım şöyle bir şey anlattı: “Bizim sağlık ekipleri Anadolu’yu tarıyorlar ve çocuklara aşı yapıyorlar. Bir gün Van’ın bir köyüne gidip, muhtara köylünün gelmesi için anons yapmasını söylüyorlar. Muhtar da imama “Çık minareye anons yap, halk çoluk çocuğunu alıp gelsin” diyor. Köy Kürt köyü. Kürtçe anons yapılıyor. Herkes de çocuğunu getirip aşılatıyor. Ama sonra köye jandarmalar geliyor, muhtar ve imama ‘yer misin yemez misin’, sopa atıyorlar.” İşte bütün bunlar, inanılmaz ölçüde bütün bu olayları körükledi. Bunun gibi çok trajediler, traji-komik olaylar yaşandı. Bir gün, bir komutanı, telefonda Kürtçe konuşurken yakaladığı askerini feci şekilde dövüyor. Arkadaşları, “Bunun böyle olacağını bilmiyor musun?” dediklerinde, asker “Kardeşimle konuşuyordum” diye cevap veriyor. “Annemin de yanında olduğunu, benimle konuşmak istediğini söyledi. Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşurken komutana yakalandım.”  Şimdi geldiğimiz noktada bu olanlar bize ne garip, ne gülünç, ne acı geliyor değil mi? Nerelerden nerelere geldik.  Bugün bunlar, insan olan birisinin bir başkasına asla reva görmeyeceği davranışlardır. Bütün bu olumsuzlukları düzelttik, düzeltiyoruz.
 
Çok önemli adımlar atıldı. Burada en önemli şey şu: Bugün Türkiye’de bu düzeltmeleri ve düzenlemeleri yapacak, bu hakkı iade edecek bir irade var mı yok mu? Benim konuşmamın başında Ulus Devlet olarak Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda kimi yanlışların yapıldığını, bunların hatasıyla sevabıyla o döneme ait olduğunu, ama bunları tekrarlamamamız gerektiğini ifade ettiğim husus işte bunlardır. O zamanın kendi koşulları içinde bir Dersim olayı yaşanmıştır evet. Keşke yaşanmasaydı. Veya bazı aileler, meselâ çok geniş ve mensupları içinde yazanları çizenleri de olan Fırat Ailesi, Diyarbakır’dan Trakya, Sivas gibi Türkiye’nin pek çok yerine sürülmüş, uzun süre oralarda yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Alâeddin Fırat’ın bir anı kitabı var. Bütün bunları ayrıntılı olarak orada okuyabilirsiniz. O dönem, orada, o dönem içinde kaldı. Bugün bizim onlardan ders alıp, bu ve benzer yanlışları yapmamamız gerekiyor. Dolayısıyla bütün bunları yaparken “Terör örgütüyle masaya oturuyorsunuz, müzakere ediyorsunuz” şeklindeki sözler doğru değildir. Bizim yaptığımız iş, Türkiye’de insan haklarını sağlamak ve gereğini yerine getirmektir.
 
Türkiye’nin birtakım sıkıntıları, sorunları vardır ve bunları aşmakta görüş farklılıkları olabilir. Evet, olabilir, ama Türkiye için yapılması gereken en önemli şey, şeffaf toplum olması ve her şeyi açık yüreklilikle tartışıyor olmasıdır. Bunun kıymetini iyi bilmek lazım. Bugün herkes çıkıp fikrini söyleyebiliyorsa, yapılan uygulamaları tenkit edebiliyorsa veya takdirini ifade edebiliyorsa, bu ortamın kıymetini bilmek zorundayız. Eğer Türkiye bu güzergâhta, bu şekilde ilerleyecek olursa, inanıyoruz ki çok daha iyi yerlere gelecektir. Bunlarla beraber ekonomi başta olmak üzere kimi sıkıntılarımız yok değildir. Türkiye ithalatının büyük kısmını enerji alanında kullanıyor. Bu kaçınılmaz bir şey. Elektrik üretimimiz ve tüketimimiz inanılmaz oranda artıyor. Tüketime yetişmek için fazlasıyla zorlanıyoruz. O bakımdan gaz, hidrolik, termik, nükleer olsun yeni yeni santrallere ihtiyaç var. Değilse yarın sadece üretimin bile talep ettiği enerjiyi karşılayamayacak duruma geleceğiz. Şimdi nükleer enerji tartışılıyor. Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, tasvip edenler var. Türkiye açık bir toplum; yeter ki bunları tartışabilsin. Yanlış olanlar da doğru olanlar da konuşabilsin. Ama bir şeyi gözden kaçırmamak gerekiyor. Dünyada nükleer enerjiyi kullananlar hâlâ var. Bazıları Almanya’nın bütün nükleer enerji santrallerini kapattığını söylüyor. Evet, Almanya eski santralleri kapatıp, yenilerini açıyor. Bir yandan kapatıp bir yandan açıyor. Fransa enerji ihtiyacının %78’ini nükleer santrallerden karşılıyor. Bizim teknolojiye dönmemiz gerekiyor. Eğer tehlikesi var diye düşünürsek, hiç birimizin uçağa binmemesi gerekir. Tedbirinizi alırsanız her şeyin bir çaresi var. Nükleer santrallerin tehlikesi var ama çaresi yok değil. İnanıyorum ki, açık bir toplum olarak bütün bunları tartıştığımız sürece, çok daha iyi yerlere gelecek ve çocuklarımız için çok daha iyi alanlar açmış olacağız.
 
Bir zamanlar çok değişik meseleleri tartıştık. Bunlardan biri Gümrük Birliğidir. Gümrük Biriliğine karşı çıkanlar olduğu gibi, rekabetçi bir yapıya kavuşarak sanayimizi geliştirmek için buna taraf olanlar oldu. Bugün geldiğimiz noktada, yaşadığımız sürece dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Türkiye eğer 1995’lerde Gümrük Birliğine girmemiş olsaydı Türkiye açılım yapamayacak, devlet korumalı, imtiyaz dağıtmalı; o kapalı, kayırmacı yapısını sürdürmeye devam edecekti. Sovyet dünyasının dağılma sebeplerinin başında rekabet eksikliği olduğunu söyleyenler haksız değildir. Neden? Örneğin birçok otomobil markası olan Avrupa, pazardan pay almak için yeni modeller, yeni teknolojiler geliştirirken, Sovyetlerde üç, bilemedin dört otomobil tipi var. Başka araçların ülkeye girişi ve satışı yasak olduğundan, imkânı ve hakkı olan Sovyet vatandaşları bile, bu otomobilleri kullanmak zorundalar. Devlet tekelciliği ile oluşturulan zorunluluk, otomobil teknolojisi özel örneğinde olduğu gibi, bütün üretimi farklı arayışlardan uzak tutuyor. Giderek hayatın her alanına yayılan bir atalet başlıyor. O nedenle biz Türkiye’nin, her şeyin oturulup tartışıldığı bir ülke olmasını arzuluyoruz. Dünyada çeşitli birlikler içinde olsun. O nedenle ileri medeniyet standartlarını yakalama amacımızda, AB, bizim için önemli bir birlik.
 
AB bizim için önemli; ancak ‘ne olursa olsun biz AB’ye girmek istiyoruz’ diye bir şey söylenemez. İleride, belki AB ortalamalarını ve düzeyini aşan bir profil ortaya koyacağız. Fert başına düşen milli gelirin 25 bin dolar civarında olduğu bir Türkiye’nin genel anlamda AB’ye ihtiyacının olmayacağı söylenebilir. Belki bu yönde bir irade de ortaya konur veya konacaktır. Şimdiden bir şey söylemek doğru olmaz. İhtiyaç noktasında bizim kaygısını güttüğümüz tek varlık insanımızdır. Önemli olan ‘AB standartları’ diye ifade ettiğimiz değerlere insanımızın sahip olmasıdır. Bizim için önemli olan, insanımızın, hak ettiği mutluluk ve refah seviyesine ulaşmasıdır. Biz bunun için çalışıyoruz.

YORUM YAZ
Diğer Haberler

Audi Vosmer farkıyla Bornova’da

Gaziemir’de temizlik devrimi

Geleneği bozun, oy verin

Dönüşümü yerinde yapacağız

Sertel’den Bakan’a destek

Kapı kapı akşam mesaisi

Arşiv