“Bir Kenti Sevme Dersleri 2”

  • 0
  • 252
Yazı Boyutu:


Tarihinizi nasıl alırsınız?
 
Kadim topraklar üstünde ve koynunda sakladığı uygarlıkların devamı olarak yaşıyor, onlara gösterdiğimiz saygı ve sahiplenme oranında, insanlığın kültür zincirine ekleniyoruz. Hiçbirini reddedemez, tarihi kendimizden ve yalnızca kabullerimizden başlatamaz, tarih yazıcılığına ya da inkârcılığına kalkışıp gülünç duruma düşemeyiz. Tarih yalnızca menkıbe ve hamaset olarak yazılamaz ve okunamaz. O, toplumsal ve uluslararası gelişmelerin nedeni ve sonucudur, ekonomik ve düşünsel uzantılarına tutunmadan, sınıfsal ve dönemsel bilgiye sahip olunmadan çıkarımlarda bulunulamaz. Bulunur derseniz, ya işi cinlere perilere bağlarsınız ya da uydurmaların insansız, toplumsuz, güdülemekten başka işe yaramayan beyhudeliğine düşersiniz. O zaman ne olur? Ne olacak, düne dair fukaralığınızı bugünkü kısır duruşunuza sığdırmaya çalışır, tarihi orta malına çevirirsiniz. Bol bol düşman biriktirir, “Ben yaparsam iyi, başkası yaparsa kötü” bulamacına gömülür, örneğin “Yurtta Barış, Dünyada Barış” diyen müthiş iradeden uzaklara savrulup, ırkçı yobaz faşist nitelemesini sonuna kadar hak edersiniz. Haldun Taner ustamız “Lütfen Dokunmayın” adlı oyununu, işte bunun için yazmıştır.
Tarih kin, reddiye ya da şoven böbürlenme üstüne inşa edilemeyen, ırkçı aşağılamalara kulak asmayan, belge ve bilgiye dayanan, akademik bir “bilim” dalıdır. Yani vasat-altı zekâyla, cahilin sırtını sıvazlamayla, acınası komplekslerle, kulaktan dolma ağızdan sallama herzelerle yapılacak, böylelerini bağışlayacak bir alan değildir. Günü kurtardığınızı sanırken, geleceği yitirirsiniz. Öyle ya, insanlık bugünlere belleğini koruyarak ulaşmıştır. Biz bu gün kimini “Bir daha asla yaşanmamalı”, kimine “Onlar işlerini yaptı, şimdi geliştirme sırası bizde” olarak değerlendiriyorsak, işte bu yaklaşım sayesindedir. Öyle olmasaydı Evrensel İnsan Hakları, Çevre ve Doğa Bilinci, bilim, felsefe, sanat, teknoloji, mimari, hukuk… Nasıl ortaya çıkar, bugünlere nasıl gelirdi? 

            Eğer bunlara dair bir bilinç ve ufka sahip değilseniz, henüz kan ve barut kokan bir ülkede, Kurtuluş ve Kuruluşun daha ilk adımlarında Etnografya Müzesi’nin, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nun neden kurulduğunu anlayamazsınız. Bugün dolaştığınız müzelerin çoğu, Cumhuriyetin ilk 15 yılında açılmıştır. Sümerbank, Etibank’tan tümceler kurmaya başlarsak, bu yazı bitmez.

Başöğretmenin ve o müthiş kadronun başka işi gücü yok muydu sizce?  
            Yoktu. Çünkü kuldan yurttaş, ümmetten ulus yaratmak, biraz da yaşadığın toprağa, suya, göğe dair bir “aidiyet” isterdi. Bilmeden sevemez, öğrenmeden yürüyemez, insanlık bahçesindeki yerini alamazdın. Geçmişini bilmeden, bugünü gereğince yaşayamaz, geleceği tasarlayamazdın. Bunun çaresi de, bilgiyle donatılmış algıda, aydınlanmadan beslenen çağdaş yaklaşımdaydı. Bugün saldım çayıra Mevlam kayıra dolaşan duyarsız cehaletle, çıktığı yumurtayı beğenmeden “takma akıl, çakma tavır” liboşluğun ortak noktası, bu bilinç yoksunluğudur. İkisi de sömürüye, gericiliğe, yozlaşmaya su taşımaktır. Birkaç örnek vererek, daha somut konuşalım. 

Çanakkale’de bir kuşağı boğaz boğaza getirip, birbirine kırdıran nedenleri ve zihniyetleri boş verip, dünyanın en onurlu direniş mücadelesini, bulutlara, meleklere, beyaz cübbeli sakallı amcaların savaş meydanında piknik masallarına indirgersiniz. Cahiliniz bu tuzağa düşerken, cici liboşunuz “manda kafası” ile küçümsemeye kalkar. Öyle ya, bilginin ve bilincin yerini hurafeler ile köksüzlüğün savrulmaları almayacak da ne dolduracak?

Hal böyle olunca, daha dün cephede “Ben size ölmeyi emrediyorum!” demişken, dünyanın görüp göreceği en centilmen mektubunu “Uzak diyarlardan evlatlarını bu topraklara gönderen anneler” diye başlayıp “Artık onlar bizim evlatlarımız olmuşlardır” diye bitiren Komutanı anlamak mümkün olabilir mi?

Basıp geçmesi için önüne serilen düşman bayrağını, “Bir ulusun bayrağı çiğnenemez!” diye kaldırtan incelikten başlayıp, tarihin hırpalanmışlığını kardeşliğe döndürmek için “Balkan Festivali”ni öngören gönül yüceliğini işiten ve yaşayan bir kentle ilgili konuşmak da, bu açıdan biraz çaba istiyor. O ulusu düşman, bu halkı hedef, şu toprağı tepside kaz gören kafadan, bu çaba beklenebilir mi? Bu kadar giriş yeter.

Geçen yazıda Antik Roma Tiyatromuzu “Bin yılın olayı” diye selamlayıp, “Kent ve tarih” bilinciyle yapılacak-yapılması gereken işlerden, mesela Homeros’tan söz etmemizin mürekkebi kurumadı ki, İzmir’de “gündeme” bir “Agamemnon Tartışması” girdi.
Yerel muhalefet, İzmir Büyükşehir Belediyesinin Pasaport’a yerleştirdiği duba-iskelenin adından yola çıkarak, kendi tarih okuması üstünden eleştiri okları fırlattı. İBB’den ve CHP ilgililerinden yapılan açıklamalarla, aynı gün yanıt verildi. M.Ö. 500’lü yıllarda yaşayan, İzmir Valiliğince adı Balçova Kaplıcalarına konan tarihsel bir kişiliği söz konusu ederek, 2016’da yapılan bir iskelenin eleştirilmesi “mizah konusu” sayıldı. Bu arada Kani Beko’nun, heykel düşmanlığına dikkat çekerek, “Şeyh Bedrettin”, “Börklüce” ve “Homeros” heykellerine dair talep ve çağrısını da unutmayalım. Benzer düşüncelere sahip bir milletvekili görmek güzel.

Şimdi bu hadiseyi, Babaannemi sevgi ve saygıyla anıp, “Her işte bir hayır vardır” sözüyle özetlemek olasıdır. Bu tartışma sayesinde, İzmir’in tarihi üstüne ter dökenlere kulak verileceğini, hemşerilerde merak ve ilgi uyandıracağını, somut ve kalıcı işlere yol açacağını beklemek hepimizin ama en çok İzmir’in hakkıdır. Duba-iskeleye ve adına yönelik eleştiriler, gündelik siyasetin laf kalabalığından uzakta, birkaç kelam etmemizi zorunlu kılıyor. Çünkü yapılan eleştiriler, dil, üslup ve mantık açısından hayli sorunlu görünüyor. Girişte dillendirmeye çalıştığımız esaslar ile “İzmir ve Tarihi” bağlamında, anlatmaya çalışacağız.

Ama işin “hayırlı” yanı şu ki, bütün bunlar bizi -bir kere daha- saygılı-kaygılı-bilinçli olmaya davet ederek, kadim hemşerimiz ve büyük ozanımız Melesin Oğlu Homeros’a teşekkür etmemizi de sağlıyor. “İlyada”yı okuyanlar ne demek istediğimizi iyi bilmektedir. Burada bir noktalı virgül atıp, sonraki yazıda sürdürelim.

Düzeltilmesi gereken yaklaşımlar ile yapılması gereken işleri, bir an önce konuşmalı ve tek pencerelik bakış açılarımızı değiştirmek zorundayız.  Bertolt Brecht’in (1898-1956) “Okumuş Bir İşçi Soruyor” adlı şiirinde verdiği yanıtlar (yoksa sorular mı demeliydim?) sanki bunun içindir. Türkçeye çeviren A. Kadir ustamızı saygıyla anarken, buraya kadar okuma zahmetinize saygı ve teşekkür sayınız.

Üç beş gün sonra, yine bu köşede buluşalım…
 
***
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?

 
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?


Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.


Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış
Yok muydu ondan başka kazanan?


Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?


İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.

YORUM YAZ
Arşiv