İlk farkındalığımı hatırlıyorum, aslında hala farkında olmalarımda devam ediyor.
O zaman değil kim olduğumu ne olduğumu da bilmiyordum.
Bildiklerim, o an için bir-iki şeydi.
Birisi sürekli bir uğultu, hani havuza girersinizde su altında kalınca kulaklarınız uğuldar ya öyle bir şey.
Bir diğeri de bu uğultunun arkasından sezdiklerim, anlamlarını bilmesemde, kelimeleri oldukça net duyduklarım..
Konuşmaların olmadığı zamanlarda çok tuhaf, insanın içine mutluluk duyguları serpen bir ses demeti, bazen hızlı bazen yavaş ritimler.
Asıl beni hala hayretler içinde bırakan şeyler bunlar değil tüm bu önceki anlattıklarımı çözdüm.
O zaman sayıları bilsem, milyonlarca diyeceğim, dışımdaki bir yerlerden gelen duyumlar ,sinyallermi desem, mesajlarmı desem bilemiyorum.
Bir gelincik tarlasında olduğunuzu düşünün, sizde bir gelinciksiniz ve etrafınızda sizin gibi ama kimisi koyu kırmızı, kimiside daha açık renkte gelincik çiçekleri.
Hiç biri birbirine sesli bir şey söylemiyor ama hepsi birlikte iletişim halinde, konuşuyorlar, sizinle de.
Koyu renk kırmızı olanlar kız daha açık renkli olan çiçekler erkek gelincikler, olarak düşünün.
Aralarında hiç açılmış olan, çiçeklerden daha az sayıda olmayan yeşil kapsüller içinde açılmayı bekleyen, daha sonra açılacaklar var.
İşte bende o uğultulu ortamda bilmediğim, kim ve nerede oldukları düşünemediğim benim gibilerle iletişim halinde idim.
Birbirimizden haberdar ama kendimizi bile bilmediğimiz bir ortam.
Düşünüyorumda şimdi; kulaklarım var ama o duyduklarımı suyun içinde nasıl duyuyordum bilmiyordum.
Ağzım var ama kapalı, açsam sular içime dolacak.
Bulunduğum yer gitgide daralıyor. Galiba büyüyorum, ama bir şey yiyip içmiyorum.
Canım sıkılmıyor bir şeyde beklemiyorum, buradan çıkmak diye bir şeyide hayal etmiyorum.
Bir başka tuhaflıkta tam karnımın ortasındaki boru, kablo gibi bir şey.
Bu borunun bir ucu bende, diğer ucu az ilerde duvarda el kadar bir yuvarlacık şeye bağlı, sanki duvardaki fişe takılı bir kablo enerji nakil hattı gibi.
Sonra öğrendim ona halk arasında “eş” diyorlarmış, bilimsel adıda “placenta”.
Benim yerleşik olduğum yer sürekli yer değiştiriyor, ince bir sesle iletişim kuruyor çevresiyle, keman çalanda benim ev sahibim.
Birde kalın sesli birisi var. Zaman zaman içinde oturduğum yerin duvarlarına elinin sıcaklığını duyuyorum, sorun yok.
Ama bazen ince sesli ev sahibimin tüm itirazlarına rağmen kalın sesli, içinde oturduğum torbayı bir şeyle dürtüklüyor, ince seslinin “yapma bunu çocuğa bir şey olacak” diyor.
Olmuşta galiba!
Bir gün gelincik tarlasında açılmış bekleyen tüm çiçekler kozmik bir uyarı ile birbirimizle vedalaştık.
Dünyanın dört bir tarafına saçıldık.
Dünyaya gelmiştik, doğmuştuk !
Hepimiz aynı idik, hepimiz iki hücrenin birleşip bir tohum olmasıyla, çiçekleşmiştik.
Ama kimimiz bir çöle, vahaya, buzlara, dağlara, yumuşak kucaklara, karlı topraklara kimimizde ipek yastıklara doğmuştuk.
Hepimiz aynı iken kimimiz Türk, Arap, Yahudi, Çerkez, İngiliz, Habeş, Kürt olmuştuk!
O suyla dolu ilk evimizde olmayan, ölümcül , yalancılık, düzenbazlık daha ne kadar insan düşmanı, canlı düşmanı şey varsa onunla donanmıştık.
O gelincik tarlasından “İNSAN” denilen canavarlar çıkmıştı!
Artık; kesiyoruz, öldürüyoruz, eziyoruz, inletiyoruz, ağlatıyoruz, üzülmüyoruz, yaptıkça daha çok yapıyoruz, daha çok zevk alıyoruz.
Biz İnsanlar nasıl bir yaratığız!!!
Gelincikten Canavara
09 Temmuz 2024- 0
- 4.108