İZMİRİM

  • 0
  • 1.254
Yazı Boyutu:





Siyah saçlarını savurarak,oflaya puflaya Basmane  Garına giren, gara tren Anadolunun insanlarınıda  İzmire dökmeye hazırlanıyordu.

Yolcuları karşılamaya gelenler pencerelerden sarkan çocukları  Afrikalı yerliler sanabilirdi.

Kurtalan expresi ,bozkırı,dağların bağırlarını,köyleri koşturararak geçerken aldığı  kuvvet ilacı linyit kömürünü  , küreğe kuvvet yutarken çıkan simsiyah dumanlar tüm yolcularıda  tepeden tırnağa siyaha boyamıştı.

Kurtalan’dan İzmir’e  kadar bu koşuşturmanın  bazen kırksekiz saatıda aştığı oluyordu.

Sosyal durumlarına ,kendilerini bilinmedik heyecanlı beklentilerine göre.kimi sırtına vurduğu yorgan denk’ine kimi ellerinde tahta bavulların sapına yapışmış  halleriyle,kimiside erzak,giysi torbasıyla  basamaklardan İzmir’e  atlıyorlardı.

Genellikle yorganları sırtlarında inenler şaşkın şaşkın etraflarına bakarken sırtında erzak torbaları ile inen yeni terhis olanlar kendilerini karşılamaya gelenler varmı diye biriken kalabalığı tarıyorlardı.

Asker traşlı gençler anaları boyunlarına sarılırken ,Ayşesininde orda olup olmadığı  heyecanıyla  gözleri fıldır fıldır yakın ,uzak mesafeyi tarıyorlardı.

Ellerinde tıka basa dolu tahta olmayan  bavullarla, memur görüntülü  dört çocuklu bir aile eşyaları bir araya toplamaya  çalışırken sarışın annede  oh memleketim mutluluğu  yüzünde ,gözlerinde, kuluçka bir tavuk gibi çocuklarını kanadının altında zapt etmeye uğraşıyordu.

Ekip bir araya toplanınca hep birlikte gardan çıkılır ve yolun karşı kaldırımına kazasız belasız  yeni bir çıkartma yaparlardı.
Okulların tatile girmesi nedeniyle  iki senede bir bu seyahat düzenlenir ve yılbaşından itibaren hazırlıklara girişilirdi.
Temmuz ayında İzmir’in sıcağını bilen bilir ama öğretmen baba bu kadar uzun ve yorucu seyahata rağmen takım elbise ve kravatla ,tamda tren istasyonunun karşısındaki Şükran otelinin kapısından  ekibi içeriye sokardı.

Şimdilerde hane berduşların mekanları olan Basmane otelleri o zamanlar şehrin misafirhanesi gibiydi.

Tahta merdivenler fırçalanıp ,yıkanıp silinmekten bal rengi sarımsı ışıklar saçardı.

Altı kişilik aile altı yataklı bir oda kiralarlar,demir başlıklı tek kişilik karyolalar çocuklar tarafından hemen paylaşılır.
Kar gibi sabun kokulu pikeler serili yataklara anne çocukları oturtmaz,yatırtmazdı banyoda kırklanıp ,temiz elbiseler giyilmeden,hepsinin saçlarında yüzlerinde yapışmış olan kömür kurumlarından sıyrılmadan.

Temizlendikten sonra  yaylı yataklarda  anne baba temizlenene kadar zıplanarak keyiflenilir trenin o biteviye sarsıntısından kurtulmaya çalışırdı çocuklar.

Her temizlenip paklanınca artık akrabalara haber verilmeden  yapılan İzmir seferinin meyvelerini yemeye gelirdi sıra.
İlk durak tabiî ki tamda  otelin dibindeki 9 Eylül Lokantası idi.

Vitrine dizilmiş tepsilerdeki iştah açıcı  yiyecekler çocukların ağzının suyunu akıtırdı.

O yüzü fırın yanığı biber dolmalarımı ,o tepeleme yığılmış kuru köfte  ve patates kızartmalarımı gerçekten baştan çıkarıcı idi.
Akşam fuara gezmeye gidileceğinden yemekten sonra odaya çıkılır zoraki güzellik uykusuna yatılırdı.

 
İki günlük sıcak ve kirli sarsıntılı yolculuktan sonra çocuklar anneleri uyarıncaya kadar  kıpırtısız,baygın uyurlardı.

Tekrardan süslenip püslenilir ,saçlar taranır ve Fuar’ın Basmane kapısından biletler ellerde geçilirdi bambaşka bir dünyaya.
O heyecanlı ve telaşlı kalabalık sanki tek bir organizma gibi büyük, büsbüyük bir Anakonda gibi yatağında devinirken bizim Antepli ailede bu yapının bir parçası ,organeli gibi atmosfere adapte oluyorlardı.

Kapıdan giripte  yapma kayık kuğuların içinde ayakları ile pedal çevirerek dolaşanları görünce büyü pat diye eksenine oturuyordu.

Çocuklar hayranlık ve öğrenme  halinden her an başka bir noktaya odaklanıyor kollarından  çekilmezse yürümeyi neredeyse unutacak hallere geliyorlardı.

Göl  gazinosunun yanıp sönen ışıkları  içerden yükselen müzik sesi ile bir battaniye gibi üstlerine örtülüyordu.

Ekip sosisli sandoviç yapan büfenin önünde demir atmış bir tekne gibi çakılıp kalıyordu.

O salçaya batırılıp içine boyluboyuna yatırılan sosisle ve ince dilim salatalık turşusu ile kağıda sarılıp ellere tutuşturulan lezzet bombası , çocuklara iyiki o zorlu yolun zahmetlerine katlanmışız dedirtiyordu.

Çocukların karnı doyunca sıra tabiî ki büyüklere geliyordu ,Palmiye bahçesinde  İzmir’e her gelişte es geçilemeyecek  bir lezzet durağınada  gelinmiş oluyordu.

Uzun palmiyeler altında serpiştirilip arasında garsonların koşuşturduğu masalara yerleşenlerler mutfaktan gelen o baştan çıkarıcı kokuyle mest ve şanslı olduklarını yürekten hissediyorlardı.

Başlarına dikilen elinde küçük bir defter ve kalem olan garsona söz bırakmadan Trança şiş söylenmiş  ve o gelinceye kadarki beklentinin eziyetide başlamış olurdu.

Roka yatağında ,yanında pişmiş domates ve yeşil biberle  kayık tabakta önlerine konan bembeya mangal izli  balık şiş  nerdeyse paniğe neden olacak kadar ,bu güzellik yenip bitirilmemeli  vahisini beyinlere çakıyordu.

Yemekler bitirilip tekrar harekete geçildiğinde gözler atlı karıncalararın cirit  attığı Lunaparka kilitleniyordu.

O dönen çemberin en üst noktasına çıkılırkenki  yürek erimesinin lezzetide her nerde böyle bir parka rast gelinse özlemli bir nostalji gibi kendini hemen ortaya çıkarırdı.

Gece bitap bir yorgunlukla otele dönünce yorgunluktan  şişmiş ayaklar yıkanıp kurulanarak yataklara serilinirdi.

Ertesi gün artık akrabalara gelindiği haber verilir,onlarda oteli basıp sitemler ederek valizleri  kaptıkları gibi  kendi evlerine taşırlardı ekibi.

Kireçli kaya semtindeki denize bakan yasemin kokulu terasta Karşıyaka  vapurlarını hayranlıkla izleyerek  parpalanmış sirkeli sarımsaklı biberli o müthiş sofranın ve boyozlu haşlanmış yumurtalı kahvaltının  bir daha izine nerde rastlanırdıki !

YORUM YAZ